TÜRBE ADABI
Türbe ziyaretlerinde; 1 Fatiha 11 İhlas, 1 Fatiha 3 İhlas veya Yasin süresi okunur. Hasıl olan sevabını ilk önce Peygamber Efendimize (S.A.V) ve diğer peygamberlerin, sahabe-i kiramın ve ziyaret edilen Allah dostunun ve ahirete intikal etmiş bütün müslümanların ruhlarına hediye edilir, daha sonra yine adabına uygun bir şekilde Cenab-ı Allah’a dua edilir.
Ziyaret edilen kabrin etrafında dönülmez.Sandukaya el sürülmez. Mum yakılmaz, bez bağlanmaz, iplik bağlanmaz veya çözülmez.
HARPUT TÜRBELERİ
ÜRYAN BABA
Harput'a çıkarken "Kayabaşı" tabir edilen dik kayalıklara varmadan sağa doğru 100 m kadar yürüdüğünüzde tepenin Harput'a bakan yamacında medfundur. Makam bölümünü oluşturan yapı kayalıklar içindeki bir mağaranın türbeye dönüştürülmesi ile meydana getirilmiştir Bu kayalıklara Harput'un yerli halkı eskiden "Tilki Kayalıkları" derdi. Buranın hemen yanı başında eski bir mezarlık vardır. Üryan Baba Türbesi ile ilgili tarihi kayıtlara baktığımızda burada bir hücre ve mescid bölümünün bulunduğu yazılıdır.
Bugün ise makam bölümünün bitişiğinde bulunan tek katlı taş ve moloz karışımı olan yapı, Valiliğimizce yeniden restore edilerek ziyarete açılmıştır. Türbe yanında bulunan mescidin eskiden tekke olarak kullanıldığını rivayet edilir. Türbenin giriş kapısı dikdörtgen taştan yapılmış iki yan sütun üzerine konulan yarım kemerli taş bloktan oluşmuştur. Bu giriş kapısını oluşturan taş blokta; "Allah’ın ariflerinden ve Allah’a karşı olan muhabbet sırrının âlimlerinden, cömertliği itibariyle de Allanın sevdiği kullardan İsmail’in torunu, Ömer'in oğlu Hafız Muhammed büyük şahadet rütbesine nail olarak burada ölmüştür. Allah sırrını mukaddes etsin yazısı bulunmaktadır. Türbe mezarın keşfinden hemen sonra hicri 1278 yılında yapılmıştır. Giriş kapısından sonra hemen sağ tarafta mezar sandukası vardır.
BEŞİKLİ BABA
Türbesi, Harput'taki Belek Gazi heykeli yanında bulunmaktadır. Türbe plânsız bir şekilde taş işçiliği ile yapılmıştır.
Arap- İslam ordularının Harput'u fetihleri sırasında bir aile burada topluca şehit edilmiştir. Türbede medfun kişiler o dönemde şehit olanlardır. Türbe içinde bulunan beşikten dolayı halk arasında Beşikli Baba diye anılır.
Harput'ta Arap - İslam ordularının ve Selçuklu ordularının Harput'u fetihleri sırasında şehit olmuş bir çok zata ait türbe vardır.
ŞEYH ŞERAFEDDİN ( Murat Baba) TÜRBESİ
Osmanlı dönemi üslubundaki Türbe, Ağa Camii yakınında Belek Gazi Parkı girişi sağındadır. Altıgen planlıdır. Altıgen planlı türbenin üzeri basık bir kubbe ile örtülüdür. Kubbeye geçiş tromplarla sağlanmıştır.
Harputlu ünlü araştırmacı ve yazar İshak Sunguroğlu'nun Harput Yollarında isimli eserinde bu türbede medfun zattan şöyle bahseder:
"Hüviyeti: Şeyh Şerafeddin, Şeyhül-Kâinat Fatih Ahmed Hazretlerinin yakın akrabasından ve aslen Belhli olup Harput, Ermenilerin elinde bulunduğu sırada (M.1313 - 713.H) tarihinde islâm mücahitleri tarafından muhasara ve zaptı sırasında Fatih Ahmed Baba'nın maiyetinde bulunan emirlerdendir. Fatih Ahmed, (Kuray) başında şimdi türbesinin bulunduğu yerde şehit düştüğü sırada Şeyh Şerafeddin de kalenin önünde şehit edilmiştir. İhtimal ki Müslümanlar şehre hakim olduktan sonra naaşı, Ahmed Bey mahallesindeki mezarlığa getirilmiş ve buraya defnedilmiştir."
NADİR BABA TÜRBESİ
Türbe, Arap Baba Mescidi’nin 50 m doğusundadır. Bu türbe iki bölümden oluşur. Dış kapıdan sonraki ilk bölüm mescid bölümü olup, makam bölümüne buradan geçilir. Kabir kısmı ise ahşap sanduka ile kaplanmıştır Nadir Baba Selçuklu döneminde yaşamış bir zattır. Onun Yesevi tarikatına mensup bir şeyh olma ihtimali kuvvetlidir. Geçmişten gelen bir gelenek olarak 1900’lü yılların başında, Harput’taki dini çevreler ve tarikat ehli kişiler sık sık burada toplanarak (Bkz. Türbeler / Tayyar Baba) sohbetler yaparlarmış.
ZAHRİ BABA TÜRBESİ
Zahriye mahallesinde bulunan bu türbenin eski kaynaklardan Zahriye Külliyesi içerisinde olduğu bilinmektedir. Dikdörtgen planlı bu yapının üstü kubbe şeklindedir. Hakkında fazla bilgi sahibi olmadığımız türbe içinde medfun zat hakkında araştırmacı yazar İshak Sunguroğlu şöyle bahseder : "Zahri Baba, Zahriye Medresesinin avlusunda türbe-i mahsusesinde medfundu. Mahalle, mescid, medrese gibi yerlerin bu zatın namına izafe edilmesi, şahsiyetinin büyüklüğüne bir delil teşkil etmektedir."
MANSUR BABA TÜRBESİ
Harput Kalesi’ne giden yolun solunda bulunan Mansur Baba Türbesi, sekizgen planlı olup duvarları kesme taştan yapılmıştır. İç kısmı orijinal şeklini muhafaza etmekte olan iki katlı anıtsal yapının üst örtü sistemi sonradan yapılmıştır. İçerisinde Mansur Baba ve ailesine ait olduğu bilinen dört sanduka bulunmaktadır. “Cami-i kebir mahallesinde bulunan bu zaviye bugün halk arasında “Mansur Baba Türbesi” olarak bilinir. 16. yüzyıla ait bir vakfiyesi mevcut olup bu tarihlerde yıllık geliri 8980 akçedir.”
Rivayete göre Şahende isimli bir kadının gördüğü rüya üzerine Harput’un manevi büyüklerinden ve keşif ehli Beyzâde Efendi’nin ve bir grup insanın huzurunda yapılan kazıda büyük bir lahit meydana çıkmış ve içinde bir erkek, bir kadın ve iki de çocuk mezarının bulunduğu görülmüştür. Erkeğin mezarı açıldığında çürümemiş bir cesetle karşılaşılmış ve durum telgrafla Meşihat’a bildirilmiş ve gelen cevap üzerine bir türbe yaptırılmış ve “mezar taşına atfen” türbeye Mansur Baba adı verilmiştir. Sekizgen planlı yapının üst örtü sistemi, 1976 yılında Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından piramidal bir çatı ile örtülmüştür.
SEYYİD AHMED ÇAPAKÇURİ HAZRETLERİ (D: 1830 Ö:1915)
Harput merkezinde tarihi Ulu Cami'nin bahçesinde medfundur. Kabr-i şerifi Ulu Cami'nin batı duvarında açıkta görünen minare kaidesine bitişik iken, daha sonra günümüzdeki yerine taşınmıştır. Türbesi bulunmayan Ahmet Çapakçuri Hazretleri’nin mezarı, yerden 75 cm yüksekliğinde kesme taşlardan oluşan düzgün bir kaide üzerine oturtulmuştur. Mezar normal taş sanduka şeklindedir. Bu mezarın çevresi kaide üzerinden demir kafesle çevrilmiştir.
Aslen Bingöl'ün "Kür" köyündendir. 1830 yılında doğmuştur. Bu zata halk arasında "Çapakçurlu (Bingöllü) Şeyh", "Çapakçurlu Efendi" de denir. Dedeleri Seyyid Abdulhamid Efendi Bağdat'tan Bingöl'e ( Çapakçur ) gelmiş ve Kür köyüne yerleşmişlerdir. Aslen Bağdatlı olup seyyiddirler. Kürt değildir. Köyünden dolayı Kürdi denmiştir. 10-12 yaşlarında iken dağlarda koyun otlatırken muhterem bir zata rastlıyor. Halini, hatırını soran bu zata cevaben, halinden memnun olmadığını, çünkü okumaya çok merakı olduğunu, halbuki bu yaşa kadar ancak bir fatiha öğrenebildiğini söyler. Sohbet esnasında, bu zatın kendisinin her halinden haberdar olduğunu anlar. O zat Hazreti Hızır imiş. Hazreti Hızır , Çapakçuri Hazretleri'nin Palu'daki Şeyh Ali Sebdi Hazretleri'ne giderek ondan ders almasını söyler. Seyyid Ahmet Çapakçuri bu olayı akşam babasına anlatır. Babası Seyyid Zeyd Zeynüddin de ariflerden olduğu için manevi emir üzerine oğlu tam 12 yaşında iken Palu'ya götürerek Şeyh Ali Sebdi Hazretleri’ne emanet eder. Devrin büyük Nakşi şeyhlerinden Ali Sebdi Hazretleri bu genç çocuğu severek manevi oğlu olarak yanına alır. Kendi yanından ayırmayarak her bakımdan kemâle erdirerek, başkalarını da kemâle erdirecek seviyeye geldiği zaman kâmil bir insan olarak irşâdla görevlendirir. Şeyh Ali Sebdi Hazretleri’nin hizmetlerinde tam 28 yıl bulunmuşlardır. Kısa zamanda tarikatta yükselerek Ali Sebdi Hazretleri'nden gerekli icazeti alır. Ama O, bu icazeti almasına rağmen şeyhini terketmez. Şeyhi ölene kadar ona hizmet eder. Hocasının ahirete irtihâlinden sonra ise 1892 – 1906 yılları arasında Harput' a gelir 1906 – 1913 yıllarında Siverek de 1913 –1915 arası Viranşehir' de bulunduktan sonra 1915 yılında tekrar Harput' a gelip bu manevi İrşad gezilerini tamamlayıp ahirete irtihallerine kadar bu aziz beldeyi şereflendirirler.
1892 yılında Harput'a geldiklerinde, Ulu Cami'ye çok yakın bir evde kalan Çapakçuri Hazretleri burada yoksul bir hayat sürmeye başlar. Oturduğu ev tek katlı olup, evinde bir tencere, birkaç toprak kaptan başka mutfak eşyası da olmamıştır. Çapakçuri Hazretleri esasında yoksulluk içerisinde yaşamayı tasavvufta bir yol olarak seçmiştir. Şafii mezhebine mensup olmasına rağmen mezhepler konusunda derin bilgileri vardı. Kutbul Aktab derecesinde olduğu için halktan kendisini gizler, kimseye alim veya arifim demezdi. Tevazu ve hilm sahibiydi. Sohbetleri kalbe tesir etmekte ve çok sakındıkları halde kerâmetleri görülmekteydi. O, Kur'an-ı Kerim'i çok iyi okur ve açıklardı. Yazısı ise hattat derecesindeydi. Onu tanıyanlar boyunun uzuna yakın olduğunu, geniş omuzlu, el ve ayaklarının büyük ama kendisinin zayıf olduğunu söylerler. Torunu Hoca Hayriye Hanım ' dan rivayetle:
1.Dünya savaşının şiddetli olduğu sıralarda Bingöl' ün yakınlarına kadar gelen Ruslar Harput'u tehdit eder olmuştu. Endişelenen halk Harput'u terketmeye başlamışlar, şehirde panik oluşmuştu. Bu sıralarda Viranşehir'de bulunan Seyyid Ahmet Efendi (dedem) zaman ve mekânı aşarak (tayyen) Harput'a gelmiş ve halkı ikna etmeye başlamıştı. Hatta sonunda caminin avlusunda “Ey ahali düşman yaklaşmışsa da Harput'umuza varamayacaktır. isterseniz bir senet yazın bende mühürleyeyim ve beni aksi halde idam edersiniz, göç etmenize gerek yoktur” diyerek halkı teskin etmişler ve göç etmelerini engellemiştir.Hakikatten daha sonra Ruslar, çıkan Bolşevik ihtilali nedeniyle Bingöl ve Erzincan önünde durmuş ve geri çekilmeye başlamışlardı.
BEYZÂDE EFENDİ (1810-1904)
Beyzâde Efendi, 1810 yılında Harput’ta doğmuştur. Beyzade Efendinin asıl adı Beyzâde Hacı Ali Rıza Efendi olup Harput’un Meteris mezarlığında medfundur. Vasiyeti üzerine kendisine türbe yapılmamış, mezarı beyaz taşlardan yapılmış ve çevresi aile mezarlığı şeklinde düzenlenmiştir. Aile mezarlığının iç kısmının tabanına son yıllarda mermer taşlardan oluşan özel bir düzenleme yapılmıştır. Hocası Dağıstanlı Hacı Hafız Mehmet Efendi'de Beyzade Efendi'nin kabrinin 10 m kuzeyinde medfundur.
Harput mutasavvıfların büyüklerinden olan kerâmet ve keşif ehli Hacı Ali Rıza Efendi’nin aslen Türkistanlı olduğu, ailesinin kendilerine bağlı birkaç aile ile birlikte Harput’a geldikleri belirtilir. O, önce Şeyhül- Ulema Büyük Hacı Ali Efendi’den, sonra Dağıstanlı Hacı Hafız Mehmet Efendiden dersler almıştır. Bir taraftan ilme, diğer taraftan da tasavvufa karşı ilgi göstermiştir. Şeyhi Urfalı Hartevizade Mehmet Rehavi Efendi kendisine Nakşibendi tarikatının halifeliğini tevcih etmiştir.
Seksen seneye yakın bir süre İbrâhim Paşa Medresesinde müderrislik yaparak, çok talebe yetiştiren Beyzâde Efendi, ömrünün sonlarına doğru müderrislik vazîfesini oğlu Müftü Hacı Mehmed Nûri Efendiye bırakarak, kendisi bir köşeye çekilip, ibadetle meşgûl olmuştur.
Beyzâde Hacı Ali Rıza Efendi, uzun boylu, iri cüsseli, geniş omuzlu bir zattı. Gözleri ela, sakalı beyaz ve uzun, yüzü çok sevimli ve nuraniydi. Başına beyaz fes giyer, bu beyaz fesin üzerine kışın büyük ve yeşil sarık, yazın beyaz sarık sarardı. Üzerindeki elbisesi mavi ya da lacivert şalvar, yazın Antep alacasından iki etekli entari yahut limon küfü renginde cübbe idi. Sokağa çıktığı zaman elinde uzun bir asa bulunurdu.
Beyzâde Hazretleri vatanseverliğin islam dininde önemli bir yeri olduğunu 1877 yılında başlayan Osmanlı-Rus savaşında gösterdi. Beyzâde Efendi, başta kendisi ve oğlu Mehmet Nuri olmak üzere torunu Halit Efendi'yi de orduya gönüllü yazdırarak Ruslar'a karşı savaşmak için Erzurum'a gitti. Harput'tan yola çıkan bu bir avuç gönüllü kahramanın, at, silah ve diğer levazımatını bizzat Beyzâde Efendi kendi bütçesinden karşılamıştır. Gittiği Erzurum cephesinde büyük yararlılıklar göstererek geri döndü. O, böyle bir anda her müslümanın ne yapması gerektiğini göstermeye çalışmıştır.
Beyzâde Hazretleri uzun zamandır arzulayıp da çeşitli nedenlerle yapamadığı Hac görevini ifa ettikten sonra dönüşte Medine'ye geçip yüce Peygamber'in kabri şeriflerini ziyarete giderler. Beyzade Hazretleri önce tek başına türbenin kapısına gelir. Kapı önünde nöbetçiler vardır. Gelenler türbenin dışından ziyaretlerini yapıp giderler. Oysa Beyzade Hazretleri türbe kapısının tam karşısında durunca, kapı kendiliğinden açılıverir. Nöbetçiler şaşırırlar.
Beyzâde Hazretleri açılan kapıdan içeri girer. Kapı tekrar kapanır. Bir süre sonra Beyzâde Hazretleri yeniden açılan kapıdan dışarı çıkar. Durumu şaşkınlık içinde seyreden nöbetçiler, hiç rastlamadıkları bu olayı oranın Osmanlı Paşası'na ( Müşir ) bildirirler. Padişahın bu konuda emri de vardır. Burada meydana gelebilecek her olağanüstü olayın kendisine bildirilmesini istemiştir. Kısa bir süre sonra orada görev yapan Paşa, Beyzâde Hazretleri'ni bulur. Büyük takva sahibi, çağın kutbunun kaldığı eve gelir. Önce Beyzâde Efendi'nin oğlu Baha Efendi ve hizmetçisinin dışarı çıkmasını ister. Baha Efendi olanlara bir anlam veremez. Beyzade Hazretleri "Emin Efendi kalsın. O bizdendir." diyerek hizmetçiyi odada bırakır. Paşa içeride Beyzade Hazretleri ile bir süre konuşarak çıkıp gider. Peygamber Efendimizin (s.a.v) kabri şerifleri şimdiye kadar iki kişiye açılmıştır. Bunlardan biri de Beyzâde Hazretleridir.
Aradan yıllar geçer. Baha Efendi'nin bu olaydan haberi yoktur. Beyzade Hazretleri' nin ölümünden bir süre sonra hizmetçisi Emin efendi Baha Efendi'yi ziyarete gelir, "Sana bir şey anlatacağım Baha efendi." der. Sonra onu bahçede bir köşeye çekip Hac ziyareti sırasında Medine'de Osmanlı müşirinin niçin ziyarete geldiğini anlatır ve şöyle der: "Meğer Medine-i Münevverede Peygamberimizin kabri şerifinin kapısı kendiliğinden babanıza açılmış. Durumu öğrenen o Paşa, babayı ziyarete geldiğinde bu kapının neden babanıza açıldığını sordu. Beyzade Efendi de dedi ki: " Ya Resulullah, eğer beni ümmetliğe kabul edersen huzuruna al dedim " işte o zaman kabri şerifin kapısı açılmış ve Beyzâde Hazretleri içeri girerek bir müddet orada kalmış." Tabi aralarında daha başka konuşmaların geçip geçmediğini bizler bilemiyoruz. Kabri Şerif içerisinde geçenler bir sır olarak kalmıştır.
( Peygamber Efendimiz'in (aleyhissalatu vesselam) Kabri Şeriflerinden mübarek elini uzattığı ve Beyzade Efendi’nin uzanan eli öptüğü rivayet edilir. )
Bu olay, Beyzade Hazretleri'nin 1904 yılında vefatından sonra ortaya çıkmıştır
TAYYAR BABA (1902-1973)
Harput'tan Meteris mezarlığına çıkılırken Beyzâde Kabristanlığının 100 m güneybatı yönünde medfundur. Tayyar Baba Türbesi dikdörtgen planlı inşa edilerek üzeri sacdan yapılmış çatı ile kaplanmıştır. Duvarlarda kesme taş ve beton işçiliği vardır. Çevresi özel kabristanlık olarak ayrıldığından etrafına ihata duvarı çevrilmiştir.
Kadiri şeyhlerinden olan Tayyar Baba (k.s) ilk eğitimini kendi aile çevresinden alır. Ağabeyi Hacı Mehmet, Hacı Ömer Hûdaî Baba'nın (Bkz. Mollakendi Türbeleri ) yanında yetişmiştir. Dolayısıyla Kadirilik tarikatına meyli ağabeyi Hacı Mehmet'ten gelir. Daha çocuk yaşta iken ağabeyi onu Ömer Hûdaî Baba'nın yanına götürür. Büyük kadiri Şeyhi Ömer Hûdaî Baba onu kucağına alarak sever, sonra da ağabeyine dönerek: "Buna iyi bakın! Bu benim oğlumdur” der. Ağabeyi bir süre sonra Şam'a Sancak Beyi olarak gider ve oradaki bir muharebede şehit düşer. Tayyar Baba genç yaşta babasını da kaybeder, ailesinin geçimini üstlenmek zorunda kalır. Bir süre çiftçilikle uğraşır, daha sonra arazilerini satarak Harput’a gelir. Bir müddet dericilikle uğraşır ve akşamları da Harput ulemasının dini toplantılarına katılır, tasavvufa ilgi duyar ve Ömer Hûdaî Baba'nın halifelerinden Göllü Mustafa Baba'ya intisap ederler. Tayyar Baba Harput'taki Nadir Baba (Bkz. Türbeler) dergâhına yerleşir. Burası Kadiri ve Yesevi Tarikatı mensuplarının oturup sohbet ettiği bir yerdir. Tayyar Baba o günleri anlatırken buraya Kadiri ve Yesevilerin geldiğini söyler. Ve başından geçen şöyle ilginç bir olayı da anlatır: "Bir akşam yapayalnızdım. Türbede Nadir Baba'nın kabrinin başındaydım. Ona: ‘Neden bana gözükmüyorsun?’ diyerek düşünmeye başladım. Kendi kendime, ‘acaba bu sandukanın içi boş mu?’ dedim. Sonra da: ‘Varsan bana görün, yoksa kabrini kazacağım.’ dedim. Görünmeyince oradan bir kazma bularak Nadir Baba'nın kabrini kazmaya başladım. Kemikleri görünmüştü ki, bir ses: ‘”Dur yapma’” dedi. Kendimden geçmiştim. O anda bir baktım ki şeyhimin evindeyim. Kendileri hasta yatıyorlar. Tanımadığım Buhara sakallı bir zat, şeyhimin ağzına pamukla zemzem suyu damlatıyor. Oradakilere: ‘Bu zat kimdir?’ diye soruyorum. Bana: ‘Nadir Babadır’ diyorlar. Bu zatın yanına varınca bana dönerek: ‘Tayyar, biz senin şeyhine hizmet ediyoruz, sen bizim kabrimizi kazıyorsun, bu nasıl iştir?’ diyor. Tabi kendime gelince tekrar toprağı kabre doldurdum. Sonra da şeyhimi ziyarete gittim. Hakikaten şeyhim Göllü Mustafa Kazım Baba çok ağır hasta idi.” Bu ilginç olayı Tayyar Baba yıllar sonra anlatıyor.
Harput'un manevi sultanlarından Tayyar Baba (k.s.), yaptığı sohbet, irşâd, vaaz ve nasihatleri ile Elazığ ve ahalisi için bir mürebbi ve feyiz kaynağı olmuştur. Her mürşid-i kâmil gibi ömrünü, islama hizmet adına insanları irşâd etmeye adamıştır.
İMAM EFENDİ (1858-1924)
Türbesi Harput Meteris mezarlığındadır. Asıl ismi Osman Bedrettin Erzurumi'dir. Halk arasında İmam Efendi ismiyle bilinir. 1858 yılında Erzurum'da dünyaya gelmiştir. İlk derslerini Erzurum'daki hocası Mehmet Tahir Efendiden alır. Dokuz yaşında iken Kur'an-ı Kerim'i ezberler ve hafız olur. Gittiği medresede sarf ve nahiv dersleri alarak Arapçayı öğrenmeye başlar. Arapçayı öğrendikten sonra tefsir, hadis ve fıkıh ilimlerine yönelir. Palu'da medfun Mahmud Samini Hazretleri’nin halifelerindendir.
1877 Osmanlı - Rus savaşına katılan Osman Bedrettin Hazretlerine bir gün rüyasında hiç tanımadığı bir zat şöyle der: “Hafız kurban! Ben, seni bekliyorum. Sen de bizi arıyorsun. Sana verilmesi gereken emânetin altında kudret ve kuvvetim azaldı. Gözüm yoldadır. Bu kadar saklanmaya ve naz etmeye sebep nedir? Yeter artık gel bana!” Bu rüyadan sonra merakla, rüya rahmanî mi diye düşünmeye başladı. Kendini davet eden zât kimdi ve nerede idi? Ertesi gün bir rüya daha gördü. Rüyasında dört mübarek zât ile karşılaştı. Bu zâtlar, Behâeddîn Buhârî, Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî, Ali Sebdî ve Vehbî-yi Hayyâtî yâni Terzi Baba hazretleri idiler. Ona şöyle buyurdular: “Aradığını Palu’da bulacaksın. Palulu Şeyh Muhammed Sâminî’nin dâvetine icabet et!” Bu işaret üzerine Palu’ya hareket etti. O yolda iken Muhammed Sâminî hazretleri de dergâhından Palu’ya gidip, beklediği talebenin kendisine gelmekte olduğunu söyleyerek talebeleri ile birlikte karşılamaya çıktı. Karşılaştıkları yerde onu şefkat ve muhabbetle bağrına bastı. Sonra onu dergâhına götürüp misâfir etti. Fakat Mahmûd Sâminî hazretlerinin tütün içmesi ve rahatsızlığı sebebiyle gözlerinin çapaklanması dikkatini çekmişti ve “bir şeyh nasıl tütün içer, gözleri çapaklı nasıl böyle dolaşır” diye kalbinde şüpheler ve aklında soru işaretleri olduğundan Hâfız Osman Bedreddîn önce inâbeye (tasavvufi olarak şeyhin müridi olup tarikat dersleri almak) yanaşmadı. Bu nedenle birkaç günlük misafirlikten sonra ayrılmaya niyetlendi. Osman Bedreddin’in kalbindeki ve aklındaki bu karışıklığa neden olan sorulara manevi olarak vâkıf olan Şeyh Samini Hazretleri, ayrılıp gitmeye niyetli Osman Bedreddin hazretlerine soğuk bir kış günü sabahında:
- Hâfız, Evladım! Tütünün imana zararı var mıdır? diye sorar.
İmam Efendi:
- Hayır efendim yoktur.
-Peki gözdeki çapağın abdeste zararı var mıdır?
İmam Efendi bu sorulardan Şeyh Samini hazretlerinin kalp gözünün açık olduğunu anlayarak mahcup bir tavırla:
-Yoktur, efendim! diye cevap verir.
Şeyh Samini Hazretleri "Doğrudur evladım! Hadi bakalım, bugün misafirlerimiz gelecek bahçedeki bağdan misafirlerimiz için biraz üzüm topla, getir! " der.
İmam Efendi bu isteğe şaşırır. Çünkü üzüm mevsimi değil ve her yer karla kaplıdır fakat yine de bağa gider, karlarının altındaki üzüm bağındaki asmaları yoklar, yaprakları dökülmüş kurumuş asmalardan başka bir şey yoktur. Geri döner ve Şeyh Samini Hazretlerine durumu izah eder.
Şeyh Samini Hazretleri "Evladım, tekrar git bak! Bakan gözle değil, gören gözle bak !" diye söyler.
İmam Efendi tekrar bağa gider ve çok farklı bir manzarayla karşılaşır. Karların altında yaprakları yemyeşil, üzümleri tam olgunlaşmış bir bağ görür. Bu apaçık kerâmet karşısında, eksikliğin şeyhinde değil kendisinde olduğunun idrâkîne varır. İmam Efendi, üzümle doldurduğu sepeti Şeyh Samini Hazretlerine getirir ve af dileyerek Samini Hazretleri'nin müridi olur ve kısa bir süre içinde icazet alır.
İmam Efendi Hazretleri, Harput ve civar ahalisi için gerek eserleri, gerekse sohbet, irşâd, vaaz ve nasîhatleri ile bir feyiz kaynağı olmuştur. Gülzâr-ı Sâminî adındaki mektübâtı ve Gülbün-i irşâd ve Mecâlis-i Samîniyye adındaki beş cild kasideleri vardır. Sohbetleri üç kitab hâlinde "Sohbetname" adında basılmıştır 1924 yılında Harput'ta dar-ı bekaya irtihal etmiştir.
HACI HULUSİ EFENDİ
Hacı Hulusi Efendi (k.s) Harput’un Meteris Mezarlığı’nda, İmam Efendi Türbesi’nin 10 m kuzeyinde medfundur. Asıl adı İbrahim Hulusi Yahyagil olup 1896 yılında Ramazan'ın birinci günü Elazığ'ın Kesrik köyünde (Kızılay Mahallesi) dünyaya gelir. Hulusi Bey, ilk tahsilini Elazığ Çarşı Camii imamı Sarı Hafız'dan alır sonra Elazığ Askerî Rüştiyesi'ne kaydolur. İdadi tahsilinin iki senesini Erzincan'da, geri kalan bir senesini İstanbul Çengelköy İdadisi'nde tamamladıktan sonra Harbiye Mektebi'ne kaydolur. Harbiye'deyken 1. Dünya Savaşı patlak verir. Hulusi Bey, o dönem emsalleri gibi tahsilini yarıda bırakıp vatanın kurtuluşu için cepheye koşar. Kısa bir süre askerî hazırlık eğitimi gördükten sonra 21 Ekim 1914'te on sekiz yaşında bir teğmen adayı olarak ordudaki yerini alır. Hulusi Bey Çanakkale Savaşı sırasında yaralanır. Conk Bayırında siperdeyken yaralanışını şöyle anlatır: "Birçok çıkarmalar yapıldı. O zaman harbe giderken pilav yemeye gider gibi hevesle gitmiştik. 30 Mart 1915'te Seddül-bahr'e gelmiştik. Çanakkale'nin, Anafartalar'ın, Conk Bayırı'nın dinç fırkasıydık. Süngülü tüfekle 'Allah Allah!' diye gidiyorduk. Anafartalar Muharebesi'nde Cenab-ı Hakk'ın lütfuyla gazi olduk. Son taarruzda bütün subaylar ve erler abdestli olacaktı. Şayet su bulunmazsa teyemmüm edilecekti. 8 Ağustos 1915'te yüzümden, kolumdan, göğsümden yaralandım. Yaralandığım gece Kadir Gecesi'ydi. Karadan, denizden top mermileri patlıyordu. Bir top mermisi önümde patladı. İki el ateş ettim. Yanımdaki asteğmen, 'Silahla bir kaçını temizleyeyim' dedi. Siperdeyken, düşman cephesinden gelen kurşun sol yanağıma isabet etti. Elimi yüzüme attım, baktım kanıyor. Bir kurşun da köprücük kemiğimi ikiye bölerek kalbime doğru bir buçuk santimetre kadar ilerlemiş. Sol koluma da kurşun isabet etmişti. Artık şuurum tam işlemiyordu. Üstümde yepyeni bir paltom vardı. Kandan, üzerinde elle tutulacak bir yer kalmamıştı." 1925 yılında Harbiye'den asteğmen olarak mezun olan Hacı Hulusi Efendi (k.s) yurdun çeşitli yerlerinde görevlerde bulundu. 1950 yılında albaylıktan emekli olan Yahyagil, 26 Temmuz 1986 tarihinde vefat etti. Emekli Albay Hacı Hulusi Yahyagil, Bediüzzaman Said Nursi' (k.s) hem talebesi hem de sırdaşı olarak tarihte yerini aldı. Said Nursi vefatından önce vasiyetini ve birçok belgesini Hacı Hulusi Yahyagil'e teslim etmiştir.
MUSA KAZIM EFENDİ
Kâzım Efendi (k.s), Harput'un Meteris Mezarlığın'da, İmam Efendi Türbesi'nin 50 m kuzeyinde medfundur. Asıl adı Musa Kâzım Harputi olup aslen Harputludur. Halk arasında Kazım Efendi olarak bilinir, 1894 yılında Harput’ta doğmuş, tahsilini burada yapmış ve son olarak da muallim mektebini bitirip Fransızca öğretmenliğine başlamıştır. İmam Efendiye intisap etmiş ve onun sohbetlerinden faydalanmıştır.
İmam Efendi'nin (k.s) vefatından sonra halifesi Hoca Mustafa Naci hazretlerinin sohbetlerine devam ederek icazet aldı. Ömrünün sonuna kadar Elazığ'da kendi adıyla anılan sokaktaki evinde sohbet, vaaz ve irşad hizmetlerinde bulundu. Kâzım Efendi Hazretleri aynı zamanda iyi bir hattat olup çok güzel eserler vermiştir. 1967’de vefat etmiştir. Elazığ’daki evi koruma altında olup, kendi adıyla anılan sokak içerisindedir. Ömrünün sonuna kadar yaptığı sohbet, irşâd, vaaz ve nasihatleri ile Elazığ ve ahalisi için örnek bir mürebbi ve feyiz kaynağı olmuştur.
FATİH AHMED BABA TÜRBESİ
Halk arasında "Fetahmet Baba" ya da, "Feti Ahmet Baba" gibi isimlerle anılır. Evliya Çelebi Seyahatnamesinde Fatih Ahmet Baba ile ilgili "Kaleden dışarı Feth - i Bab Tekkesi, ulu asitandır (dergah, tekke)" diye bahseder.
Özellikle çocuğu olmayan kişilerin veya hamile bayanların çocukları sağlıklı olsun diye gittikleri veya diğer dileklerinin kabulü için en çok ziyaret edilen türbedir. Duaları kabul olan kişiler adadıkları kurbanları da bu türbe yakınında bulunan kurban kesim yerinde keser ve dağıtır. Bu türbe ziyaretinden sonra çocukları dünyaya gelen aileler, bu türbede medfun bulunan Fatih Ahmed Baba Hazretlerine hürmeten çocuklarının adını erkek olursa adlarını, Fatih Ahmet, Fethi Ahmet, Feti veya Fethi kız olursa Fethiye veya Fetiye bırakırlar ve bu isimler Elazığ genelinde oldukça yaygın ve çoktur. Harput’un manevi büyüklerinden Beyzâde Hacı Ali Rıza Efendi, Feth Ahmet'in hüviyeti hakkında ihvanı kiramiyle vaki olan keşifleri neticesinde elde edilen hal tercümesinde şöyle söyler: "Sen bil ki Harput kasabası civarında medfun ve Fatih Ahmet namiyle meşhur olan zat, "Perevat" veya "Parbat" şehrinde Şeyhül Kainat ünvaniyle anılan "Aliyyürremeytani" nin (Ali Ramatani Hazretleri ) talebelerindendir. Kendisi "Belh" de doğmuş, ismi Ahmet, tarikatı “Hacegan”dır. Muhammed Hellacul-Belhi (k.s) vasıtasiyle Hazirati Azizan Hoca Alyiyürremeytani den intisap etmiş, onun ahbab ve yakınlarından on kişi de türbenin üst tarafındaki mezarlıkta medfundurlar. Kendisi sadat-ı kiramdan (Evlad-ı Resul) olup, sağ tarafından yaralanarak şehit düşmüş ve aynı yere defnedilmiştir. Mensup olduğu mezhep Hanefi mezhebi olup, 96 yaşına erişmiştir. Bazı ihvanlarla beraber yaptığımız keşifte böyle zahir (aşikar) olmuştur. Ben fakir Ali Beyzâde ki, Nakşibendî Tarikatının müceddidi Mevlâna Halid'e (Mevlana Halid-i Bağdadi Hazretleri) mensubum. Cenab-ı Hak onu af ve mağfiret etsin ”.
ANKUZU BABA
Anadolu'nun fethinde bulunan gazi dervişlerdendir. Nerede doğduğu ve nereden geldiği bilinmemektedir. Harput'un fethi sırasında şehid düşmüş, uzun yıllar bir mağara içinde bozulmadan kalan naaşı şimdi aynı bölgede medfun bulunan velîlerden Beyzâde Efendi tarafından yaptırılan tekke ve mescid yanına defnedilmiştir.
Evliyâ Çelebi'nin "Ankuzu Baba Tekkesi mihmanhâne-i fukaradır." diye bahsettiği bu tekke ve mescid daha sonra yıkılarak harab olmuştur. Son yıllarda bir türbe yaptırılarak kabrin kaybolması önlenmiştir. Türbe, Harput'un 7-8 kilometre kuzey-doğusunda, Buzluk kayalıkları ilerisindeki tepede bulunmaktadır.
GEZİN/MADEN
SEYYİD MUHAMMED KATTAL Hz.
Türbe, Maden ilçemize bağlı Gezin beldesinin 15 km kuzeyindeki Kartaldere Köyü'nde bulunmaktadır. Türbesi düz bir arazi üzerindeki küçük bir tepededir. Türbe dört bölümden oluşur, içerisine önündeki büyükçe bir balkondan girilir, iç mekânı makam, misafirhane ve mescitten ibarettir.
Muhammed El Kattal, Osmanlı İmparatorluğu döneminde Diyarbakır'da Nakibü-l Eşraflarca düzenlenen berat ve fermana göre (ilgili berat ve ferman Muhammed Kattali Hazretleri'nin türbedarındadır) Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) beşinci göbekten torunudur. Zeynel Abidin'in oğlu olan Muhammed Bakır'ın oğludur. Berattaki soy kütüğünde babası Muhammed Balar olarak belirtilmiştir. Muhammed Kattal Hazretleri'nin asıl adı Ali'dir. Babası olan Muhammed Bakır ise büyük bir hadis ve fıkıh âlimidir. Bugünkü birçok sahih hadislere kaynaklık etmiştir. Kerâmet sahibi ve büyük bir velidir. Devrin hükümdarı Ömer bin Abdulaziz bir çok konuda Muhammed Bakır'a fikir danışmıştır. Ondan birçok konuda yardımlar görmüştür Muhammed Kattal Hazretleri böylesi değerli bir babanın evladıdır. Kendisi Resul soyundan olmasına rağmen islâm ordularıyla birlikte birçok savaşlara katılmış, başarılarlar göstermiştir.
İşte İslâmın yayılması amacıyla Anadolu'ya yönelik akınlardan birinde, tahminen genç yaşta görev alarak bugünkü Kartaldere yakınlarında Bizanslılarla yapılan bir savaşta şehit düştüğü söylenir. Muhammed Kattal Hazretleri şehit düştüğü bu yere defnedilir. Şehadet tarihi ise muhtemelen Miladi takvimine göre 700 lerin başıdır.
MOLLAKENDİ
MOLLA AHMET PEYKERİ
Merkeze bağlı Mollakendi beldesinde medfundur. Elazığ'a 15 km uzaklıkta bulunan bu beldeye Elazığ Bingöl karayolunun 14. kilometresinden sonra sağa sapılarak gidilir.
Türbesi Sultan IV. Murad Camii'nin bahçesinde bulunmaktadır. Camiyle birlikle türbeyi IV. Murat'ın yaptırdığı rivayet edilir. Sekizgen planlı olan Molla Ahmet Peykeri Hazretleri'nin türbesi sonradan bazı tamirler görmüştür. Araştırmacıların ileri sürdüğü görüşlere göre burada daha önce böyle bir köyün olmadığı yolundadır. Aslında Molla Ahmet Peykeri Hazretleri'nin Erzincan'dan gelerek buraya yerleşmesi ile buranın geliştiği ve şimdiki durumuna geldiği söylenmektedir. Erzincan'dan Elazığ'a gelmesinin nedeni ise tarikat geleneklerine göre şeyhin halifesini bir yerde irşâdla görevlendirmesi sonucudur. Muhtemelen Ahmet Peykeri Hazretleri'ni de Erzincan'daki Şeyhi Elazığ'da görevlendirmiştir.
Sultan IV.Murat, Revan seferi sırasında Hoğu Köyü (Yurtbaşı) yakınlarında gelip konaklar. Daha sonra, orada hazır bulunanlara çevrede ulemadan bir kimsenin olup olmadığını sorar, içlerinden biri, Molla Köyünde Ahmed-i Peykeri'nin bulunduğunu haber verir. Bunun üzerine Sultan Murat, onun keramet sahibi olup olmadığını anlamak ister. Kendisinin bindiği atı dört askerle ona gönderir ve Ahmed-i Peykeri’nin bu atı geminden tutup getirmesini emreder. Eğer o hakiki bir şeyh ise bu işi başaracaktır. Aksi takdirde cezalandırılacaktır.
Sultan Murat'ın gönderdiği at da hususi seyisi olan, ondan başkasını yanına yaklaştırmayan huysuz bir at imiş. Atı götüren askerler bin bir zorlukla Molla Köyüne varabilmişler. Ahmed-i Peykeri'nin evini öğrenip oraya doğru yönelmişler. O da kapısının önünde oturmakta imiş.
Askerlerin bir atı zorlukla getirmekte olduklarını görünce seslenmiş:
-Evlâdım, bırakın o hayvanı ! Askerler, atın başını alıp gideceğini bildikleri için bırakmamışlar. Cevap olarak da şöyle demişler:
-Bırakmayız baba, bırakırsak kaçıp gider.
-Evlâdım, siz bırakın hele… Bir şeycikler olmaz.
Askerler atı bırakırlar. O çılgın, o hırçın, o huysuz hayvan birdenbire değişiverir. Sanki o at gitmiş, yerine başka bir at gelmiş. At âdeta kuzu kesilmiş ve Peykeri Hazretleri'nin önüne gelip duruvermiştir. Durumu gören askerler oldukları yerde donakalmışlar. Kendilerine gelince de koşarak Baba'nın elinden öpmüşler. İçlerinden biri geliş sebeplerini açıklamış:
-Efendi Hazretleri, Sultan Murat, İran üzerine sefere çıktı. Çadırı Hoğu'da kurduk. Sultan, size bu atı gönderdi ve " Gelsin görüşelim" dedi.
-Gidelim ama acelesi yok. Siz uzak yerden geldiniz, hele bir ayranımızı için. Ayranların içilmesinden sonra Peykeri hazretleri yerinden kalkarak ata doğru yaklaşır, bir besmele çekerek eliyle atın sırtını sıvazlar. Atta herhangi bir huysuzlaşma emaresi görülmez O, atın sırtına bineceği sırada at âdeta çökerek onun rahatça binmesini sağlar. Bu durumu gören askerlerin hayreti bir kat daha artar. Beşi birden yola koyulurlar. Sultan Murat, misafir edildiği konağın penceresinden yolu gözlemektedir. Yolcuların gecikmesi üzerine sabırsızlanır. Sabrının tükeneceği sırada Peykeri hazretlerini atın üzerinde görünce hemen onu karşılamaya koşar. Sultan Murat, misafirini buyur edip, yanına oturtur:
-Baba biz seni tecrübe ettik, kusura bakma .
-Estağfurullah sultanım, deyince sultanın gönlü hoş olur. O gece Baba'yı yanında alıkoyar. Ertesi sabah Peykeri'nin gitme zamanı yaklaşınca Sultan derki:
-Baba, biz Acem üzere sefer kıldık. Duanı ve himmetini bizden uzak koma.
-Sen gönlümüzdesin sultanım, bizden uzak değilsin ki biz de senden uzakta olalım. Yalnız sultanımdan bir istirhamım var.
-Emrediniz, sizin her istirhamınız bizim için bir emirdir.
-Sultanım, benim sizden istirhamım odur ki, gelirken bana bir düşman kellesi getiresiniz. Efendi Hazretleri, izin isteyerek köyün yolunu tutarken Sultan Murat da Diyarbakır yolu üzerinden Acem üzerine yürümüş. Aradan günler geceler geçer. Bir gün Ahmed-i Peykeri Hazretleri talebeleriyle ders mütalâa ederken dersi kesiverir ve derki:
-Çocuklar, bugünlük bu kadar ders yeter. Hele gidip bakalım bizim arpalar iyice olmuş mu? Böylece o ve talebeleri yürüyerek arpa tarlasına giderler. Derki:
-Çocuklar, herkes avucuna birkaç arpa başağı alıp ovalayarak ufaltsın. Talebeler denileni hemen yerine getirirler. O devam eder:
-Tamam mı, dediğimi yaptınız mı? Peki, şimdi ufaladığınız arpaların samanlarını şu tarafa doğru üfürünüz. Talebelerinin hepsi bu isteği yerine getirdikten sonra;
-”Haydi çocuklar, işimiz bitti, gidelim.” der ve hep birlikte köye dönerler. Meğer Baba Hazretleri; talebelerine arpaları ufalatıp üflettiği sırada Sultan Murat'ın ordusu, düşman ordusu tarafından sıkıştırılıyormuş, ordu nerede ise bozulmaktaymış. İşte tam bu sırada nereden çıktığı bilinmeyen bir toz bulutu düşman askerlerinin üzerine gelmiş, onların tamamını toza boğmuş. Düşmanların, gözlerini açamaz hâle gelmeleri üzerine fırsattan faydalanan Sultan Murat'ın ordusu, düşman ordusunu bozguna uğratmış. Aradan günler geçmiş. Muzaffer olan Sultan Murat, dönüşte tekrar Hoğu Köyü'ne uğrar. Yanına birkaç kişi alan Sultan Murat, Peykeri'yi ziyaret eder. Sohbet sırasında Sultan Murat, Efendi Hazretlerine dönerek der ki:
-Baba bize yardım ve himmet etmeye söz vermiştiniz; herhalde unuttunuz ki, himmetiniz bize yetişmedi.
Bunun üzerine Ahmed-i Peykeri sorar:
-Sultanım, emanetimi getirdiniz mi? Sultanın emri üzerine bir tepsi içindeki bir düşman kellesi bir asker tarafından içeriye getirilir. Askerin elinden düşman kellesini alan Efendi Hazretleri, Sultan Murat'a gösterir:
-Bakınız sultanım. Sultan, düşman kellesinin gözlerindeki arpa kılçıklarını görür ve hayretler içinde kalır. Baba Hazretleri der ki:
-Sultanım filân gün filân saatte ordunuz bozulmak üzere idi. Bu esnada bir toz bulutu gelip de düşmanınıza rahatsızlık vermedi mi? Biz, verdiğimiz sözü unutmadık sultanım.
Savaş meydanındaki hâdiseyi hatırlayan Sultan ve adamları, bu keramet karşısında ne yapacaklarını şaşırıp kalmışlardır. Sultan, biraz evvelki sözleri için mahcup olmuştur. Ahmet-i Peykeri Hazretleri'nin gönlünü almak için, bugün oldukça sağlam vaziyette olan camiyi (Sultan 4. Murad Camii) yaptırmış ve çevreyi su kanalları ile süslemiştir. Evliya Çelebi 1655’te buradan geçmiş ve burası ile ilgili bazı bilgiler vermiştir: “Harput Kalesi sol tarafımızda kaldı. Oradan yine doğuya giderek Molla Efendi Köyünde konakladık. Harput nahiyelerinden 100 evli, bir camili, mamur zeamet bir Müslüman köyüdür. Molla Efendi hazretleri, cami yanında medfundur ”.
Peykeri" kelimesi; peri yüzlü, güzel, yüz, çehre anlamlarına gelir.
ÖMER HÜDAİ BABA (1821 -1905)
Elazığ’ın Harput'a bağlı Mürü köyünde doğmuştur. Erzincan’da askerlik görevini yaparken o zaman bir askerî teşkilât olan Kır Serdarları'nın başına reis olur. O zamanlar Erzincan'da Terzi Baba adında bir Mürşid-i Kâmil vardır ve halkın irşâdıyla meşgul olmaktadır. Bu vesile ile onun sohbet ve vaazlarında bulunur.
Bir gece rüyasında kendisine:
-Senin zahirî vazifen sona ermiştir manevî vazifene başla, derler.
O da gördüğü bu rüyayı, Erzincan’da Hayyat Vehbî ( Terzi Baba ) hazretlerine anlatır. Hayyat Vehbî Hazretleri ona, halifesi Arapgirli Ömer Nurani Baba’da nasibinin olduğunu söyler. Hacı Ömer Baba da askerî görevinden istifa edip Arapgir’e gelir ve Ömer Nurani Babaya intisap eder. Sonra Elazığ Perçenç (Akçakiraz) köyüne yerleşir. Nihayet yine bir gün çok sevdiği şeyhini ziyaret maksadıyla sırtına bir batman pamuk alır, Arapgir’e gider. Vaktiyle zengin bir tüccar iken her şeyini tasavvuf yolunda harcayıp zaruret içine düşen Ömer Nurani Baba da, bir paşanın kızı olan karısının çıkrık eğirerek ürettiği iplikleri satmak suretiyle geçinmektedir. O gün eğirecek pamuk da kalmadığından karısı, Ömer Nurani Baba’ya çıkışarak sitem ediyormuş. Ömer Nurani Baba bu sıkıntı içerisinde avluya çıkmış ve tam bu sırada Hacı Ömer Hüdai Baba, sırtında bir batman pamukla içeri girince:
-Ya, Ömerim, demek sen Hızır mıydın ki bana yetiştin..! der ve teveccüh eder.
O teveccühün neş’esiyle kendinden geçen Ömer Hüdai Baba, manevi bir alemde tüm geçmiş peygamberlerin ruhaniyetleri ve Peygamber Efendimiz (s.a.v) ile birlikte pirinç pilavı yediğini görür ve bir anda manevî mertebeleri geçerek, yüksek manevi derecelere ulaşır. Ömer Nurani Baba bu yüksek derecelere erişen müridini Urfa’daki Şeyh Dede Osman Avni Baba (k.s) Hazretlerine gitmesini ve artık ondan geri kalan nasibini aramasını söyler. Dede Osman Avni Baba (k.s) Hazretlerinin de hizmetinde bulunan Ömer Hüdai Baba Hazretleri, Şeyhi Dede Osman Avni Baba (k.s) Hazretleri tarafından Elazığ’da irşâda memur edilir. Elazığ’a gelir, Perçenç’ten Kövenk (Güntaşı) köyüne yerleşir. (Kövenk, Elâzığ’ın 20 km. güney doğusunda bulunmaktadır) Elazığ ve çevresinde güzel huyu, takvası ve kerametleriyle halkı irşadda bulunan Hacı Ömer Hüdai Baba Hazretlerinin sohbetine Hızır Aleyhisselam da iştirak edermiş. Bunu duyan müridlerinden biri "Efendim ne olur, bizi Hızır Aleyhisselam ile görüştür" diye istirham da bulunur. Günlerden bir gün tekkenin kapısı çalınır, içeriye elinde büyük bir tencere olan biri girer. O gelen zat Hacı Ömer Hüdai Baba Hazretleri'ne hitaben "Aşağı şehirden (eski Malatya) geliyorum, falancanın sana selâmı var, dervişleriyle yesin diye bu pilavı size gönderdi" der. Hacı Ömer Hüdai Baba Hazretleri tencereyi açar bakar ki daha buharı üzerinde yeni pişmiş pilav. Müridlerine "Buyurun, yiyin!" der. O gelen zat da "Bana müsade ben gidiyorum." der, ve çekip gider. Hacı Ömer Hüdai Baba Hazretleri, "Bizi Hızırla görüştür" diyen müridine seslenerek, "İşte bu Hızır’dı. Aşağı şehir buraya bir iki günlük yol "Ancak bunu soğumadan Hızır getirebilir" diye düşünüp akıl edemediniz mi? " der. Ömer Hüdâi Baba Hazretleri’nin “Hüdâi” mahlasıyla arifane ve aşıkane söylediği şiirler pek meşhurdur.Müridanından Muharrem Hilmi Efendi, Hz. Şeyh’in şiirlerini “Divan-ı Hüdâi” ismiyle bir araya toplamıştır. Türbe Mollakendi beldesi Güntaşı köyündedir.
Bu dünyaya gelen canlar
Gedai bayı Sultanlar
Turab oldu bütün onlar
Gelin zikredelim Yahu
Bu dünyaya gelen gitmiş
Kamu varını terk etmiş
Bu gün nöbet bize yetmiş
Gelin zikredelim Yahu
Ömer Hüdai
PALU TÜRBELERİ
ŞEYH ALİ SEBDİ HAZRETLERİ
Türbesi, Murat Nehri’ne bakan bir tepe üzerinde olup eski Palu yerleşim alanının tam karşısındadır. Türbenin iç mekanı birbirine geçişli üç bölümden oluşuyor. Bu üç bölümden makam bölümünün üzeri betondan bir kubbe ile kaplanmış, diğer bölümlerin üzerine yine beton damlar inşa edilmiş. Türbede, Şeyh Ali Sebdi Hazretleri'nin ve yakınlarının mezarları bulunuyor. Türbenin hemen yakınında birde mescidi yer alıyor.
Şeyh Ali Sebdi Hazretlerinin yüce cedleri, Diyarbakır’ın fethi için gelen ve oraya yerleşen sahabelerden olduğu rivayet edilir. Aslen, eskiden Diyarbakır'a şimdi ise Mardin Savur'a bağlı Kırkdirek Köyü'ndendir. 1787 yılında dünyaya gelmiştir. Çağının en büyük mutasavvıf ve islam alimi Mevlana Halid-i Bağdadi’den küçük yaşlarda icazet almıştır. Mevlana Halid hazretleri, Ali Sebdî hazretlerine insanları irşad etmesi için Palu'ya gitmelerini emir buyurmuştur. Ali Sebdi Hazretleri, vefatına kadar 45 yıl Palu'da yaşamıştır. 1871 yılında Palu'da vefat etmiştir.
Palu'da, insanların manevi olgunluğa ulaşmaları için pek çok hizmetler ifa etmiş, binlerce talebe yetiştirmiş ve kendisinden sonra bu vazifenin devam edebilmesi için pek çok büyük veli zat yetiştirmiştir. Mahmud Samini Hazretleri maneviyatta en yüksek dereceli halifesidir. Bu nedenle, Silsile-i Aliyye’nin mübarek zinciri kendisi ile devam etmiştir. Harput Ulu Camii bahçesinde medfun Seyyid Ahmed Çapakçuri Hazretleri de önde gelen halifelerindendir.
Ma'murât-ül-Aziz Mülkiye İdâdîsi Mektebinde din, Arabî ve mantık dersleri veren aynı zamanda Beyzade Efendi ve İmam Efendi'nin talebelerinden de olan Hacı Tevfik Efendi şöyle nakleder:
- Ordu Meclisi imamı Mustafa Efendi’den şöyle işittim: "İki arkadaş Şeyh Ali Sebdi Hazretleri’ni görmek için konaklarına gidip misafir olduk. İltifat gösterip bizi kabûl buyurdular. Döneceğimiz gün sabah kahvaltısından sonra Şeyh Hazretleri bize bir tabak içinde bir miktar baklava verdiler ve “Bu emaneti, ilk rastladığınız kimseye veriniz” diye tembih ettiler. Devlethanelerinden ayrıldıktan sonra, ilk olarak köprü başında, asık suratlı, çirkin görünüşlü, sakalı bıyığı birbirine karışmış, kirli elbiseli bir kişiye rastladık. Bu kişiyi bu halde görünce, arkadaşıma:
“Yazıktır, bu canım baklavayı bu adama vermeyelim” deyip geçtik. Fakat; o kişi geri dönerek “Yahu! Hazret’in buyurduğu kimse benim. Bizim lokmayı nereye götürüyorsunuz?” deyince, büyük bir şaşkınlık içinde emaneti kendisine teslim ettik. Geçti gitti. Daha sonra anladık ki, o zat Hızır Aleyhisselam imiş."
Palu beyleri, Şeyh Ali Sebdi Hazretleri'nin genç yaşından dolayı büyük bir veli olduğundan şüphelidirler. Ali Sebdi Hazretleri'ne sinsice bir plan hazırlanır. Hem onun sahte bir şeyh olduğunu ispatlayacaklar, hem de o gece onu öldüresiye dövecektirler. O büyük zatı akşam yemeğine davet ederler. Önceden murdar olmuş bir ördeği pişirip önüne koyarlar. Ali Sebdi Hazretleri önüne konulan pişmiş ördeği afiyetle yer. Beyler kendi aralarında durum muhâkemesi yaparlar, derler ki: "Bu nasıl velidir. Yediği ördeğin murdar olduğunu bile anlayamadı! Bu sahte bir şeyhtir. Artık öldürülmesi caizdir." Karar verirler, onu öldüreceklerdir.
Beylerin büyüğü Ali Sebdi Hazretleri'nin yanına gelerek: "Şeyh Efendi, ördek lezzetli miydi?" diye sorar. Ali Sebdi Hazretleri: "Çok güzeldi" der. “Yalnız dişime bir et parçası takıldı, bir baksana” diyerek öfkeli Palu Beylerinin ileri gelenini yanına çağırır ve ağzını açıp göstererek şöyle der "Ağzımın içine bir bak hele ne görüyorsun?" der. Bey, Ali Sebdi Hazretleri'nin açılan ağzına doğru bakınca bir deniz ve ortasında yüzen küçücük bir ördek görür. Bu manzara karşısında Palu Beyi, şaşkınlıktan hiçbir şey konuşamaz ve olduğu yere diz üstü çöker. Ali Sebdi Hazretleri diğerlerine dönerek "Bu bir şey anlamadı, birde siz gelin bakın! " diyerek diğerlerini de çağırır. Onlarda gelip bakarlar, aynı manzarayı onlarda görürler. Ali Sebdi Hazretleri ağzını kapattıktan sonra: "Şimdi size soruyorum?" der; "Bir murdar ördek bir deryayı kirletebilir mi?" Beyler yaptıklarından oldukça mahcup ve pişman olurlar ve Ali Sebdi Hazretlerinin eline kapanırlar.
MAHMUT SAMİNİ HAZRETLERİ
Mahmut Samini’ye ait olan türbe, Palu’nun doğusunda, Murat Nehri’nin kuzeyinde, eski Palu’ya ait bir mezarlık olan düzlükte yer alıyor. Türbe tuğla ile inşa edilmiş, son yıllarda iç ve dış kısmı seramik kaplanmış. Tavanı betonla örtülü olan türbenin sivri kubbesi bakırla kaplıdır ve iç kısmı aydınlatan çok küçük üç penceresi vardır. Kare plan üzerine iki mekânlı türbe, içerisinde suyu bulunan etrafı çevrili bir mezarlık alanında yer alıyor. Torunu Şehid Sadeddin Efendi hazretleri de aynı türbede medfundur. Doğum tarihi kesin olarak bilinmemekle birlikte, Elazığ'ın Palu ilçesine bağlı Hun köyünde, 1812 yılında doğduğu rivayet edilir. İlk tahsîlini doğduğu yerde yaptı. Sonra Ali Sebdî hazretlerinin sohbetlerinde kemâle erdi. On üç sene talebelik yapan Mahmûd Sâminî Hazretleri tasavvuf yolunda yüksek derecelere kavuşarak Şeyh Ali Sebdi Hazretleri’nin halifesi oldu.
Hayâtı boyunca ilim ehli talebeler yetiştiren Mahmûd Sâminî Hazretleri, talebelerine büyük önem verirdi. En büyük eserin hayırlı evlâd ve îmânlı bir talebe yetiştirmek olduğunu her fırsatta sevdiklerine söylerdi.
Halifelerinden, Harput'ta medfun bulunan, Hâfız Osman Bedreddîn hazretlerine (İmam Efendi Hz.) bu konuyla ilgili nasîhati:
"Hafız! Bir çocuk tahsîl çağına geldiği zaman, okuyup yazmaya nasıl harfleri öğrenmekle başlarsa, Hakk'a ermek de tavsiye edeceğim şu hususlara uymakla gerçekleşir;
1) Allahü teâlâyı tanımak, 2) Muhabbetullah (Allahü teâlâya muhabbet), 3) Gönlü toplamak, 4) Teslîmiyet, 5) Nefsin arzularına uymamak, 6) Bu yolda gayret göstermek, 7) Kesrette vahdet. Halk içinde Hak ile olmak, 8) Çok salevât okumak, 9) Kelime-i tevhîdi çok söylemek, 10) Az yemek, 11) Temiz giyinmek, 12) Halka faydalı olmak, 13) Mütehallik, güzel ahlâk sâhibi olmak, 14) Mürşide, yol göstericiye, hocaya itâat, 15) Arkadaşlarına şefkat, sevgi, 16) Âleme ibret nazarı ile bakmak, 17) Vaktin kıymetini bilmek, 18) Hükûmete itâat, 19) Hasedden ârî, uzak olmak, 20) Kimseye buğz ve düşmanlık etmemek, 21) Komşu hakkını ileri tutmak, 22) Sözünün eri olmak, 23) Kendini tanımak, 24) Dünyâdan lüzumlu kadar nasîb almak, 25) Âhireti unutmamak, 26) Doğruluktan ayrılmamak, 27) Haddi aşmamak, 28) Huzûrla sükûn bulmak. Tasavvufun elifbâsı bunlardır. İnsanlar arasında aşk ateşiyle dolaş, fenalıkları yak, iyilikleri besle. İnsanı insana yaklaştır, Hakk'a ulaştır. Aslâ ilmine güvenme, fadlına kanma. Dünyâya aldanma, nefsine uyma, şeytanı at.
Aşk ile yan, şevk ile kalk. Peşinden gelenleri ne olursa olsun iyi gözet, sapıkları düzelt. Huzûra dikkat, her sözün hakîkat, görüşlerin mârifet olsun. Hâfız! Makâm-ı irşâd yâni insanları yetiştirme makamı bir şimşektir. Çaktığı vakit etrâfını aydınlatır ve düştüğü yeri de yakar. Mârifet; o aydınlığı insanların kararan kalbine nüfûz ettirmek ve kalbleri aydınlatmaktır.
Evliyanın büyüklerinden olan ve yaşadığı dönemde birçok kerâmetlerine şahid olunan Elazığ'ın manevi sultanlarından Mahmud Samini Hazretleri (k.s.) 1895 yılında Palu'da, irtihal-i dâr-ı beka eylemişlerdir.
Şeyh Mahmud Samini Hazretlerinin kendi evinin yanında yaptırmış olduğu cami, Palu Karşıbahçeler Mahallesinde bulunmakta olup 135 yıldır ibadete açıktır. Yaşadığı ev bu Cami'nin bitişiğinde olup günümüzde de kullanılmaktadır.
Palu’da ayrıca Şeyh Ali Sepdi Hazretlerinin torunlarından Şeyh Selahattin Efendi türbesi ve Şeyh Mahmut Samini Hazretlerinin talebelerinden Şeyh Yasin Efendi türbesi de bulunmaktadır.